HEY CESUR YENİ DÜNYA Kİ İÇİNDE BÖYLE İNSANLAR VAR!



Cesur Yeni Dünya; yazarı Aldous Huxley’in de yazışından yıllar sonra bile tereddütte kaldığı üzere bazıları için bir ütopya (ou-topos-eu-topos: yok yer-güzel yer) bazıları için ise onun kötü bir zıttı. Kurgu, Ford Motor Company kurucusu, zamanının otomobil devi Henry Ford ile başlayan yeni Dünya Devleti’nde, FS (Ford’dan Sonra) 632 yılına dayanıyor. Sloganı Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar olan yeni bir dünya devletinin tüm vizyon ve misyonunu bu üç ilke oluşturmakta. Yeni bireyler artık annelerinden doğarak değil, yumurta ve spermlerin günümüz tüp bebek teknolojisine benzer şekilde tüplerde döllenmesi ile oluşmaktadır. Dış ortamda döllenmiş olan blastokistler, tüm gelişme ve büyüme basamaklarını gerekli olan hormon ve dış salgı takviyeleri ile anne karnı dışında, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi adı verilen, ‘’birey üreten’’ büyük bir fabrikada birer tüp içerisinde tamamlar. Bu süreçte tüplerdeki bireylere, önceden belirlenmiş yazgıları doğrultusunda muamele edilir. Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon grupların her birinin, var olan kast sisteminde belirli görevleri vardır. Sözgelimi, epsilonların mental gelişiminin alfa ve beta gruplardan geri kalması istenir ve bu amaçla tüplerde geçirdikleri süre içerisinde daha düşük oksijene tabii tutulurlar. ‘’ ‘Ne kadar alt sınıfa aitse o kadar az oksijen verilir,’’ dedi Bay Foster, ‘İlk etkilenen organ beyin olur, sonra da iskelet.’ ’’(s:41) ‘’ ‘Optimum toplum,’ dedi Mustafa Mond, ‘buzdağı örneğine göre kurulur; dokuzda sekizi su seviyesinin altında, dokuzda biri üstünde.’ ‘’(s:223) Şartlandırma aşaması yine toplumdaki istikrarı sağlamak adına gruplara özgüdür. Amaç; mutluluğun vazgeçilmez ve esas olduğunu düşünen, yalnızlıktan ve bireysellikten korkan, sadece toplum yararına olan davranışları benimseyen, ‘’Herkes herkes içindir’’ ve ‘’Toplu seks, poplu seks’’ propagandaları ile herhangi bir kişi ya da objeye yoğunlaştırılan arzu, şehvet ve bağlılığın önüne geçildiği bir toplum yaratmaktır. Bu doğrultuda küçük yaşlardan itibaren oynanan erotik oyunlar ile cinsel dürtüler karşılanmakta, bir kişiyle yaşanan uzun süreli birliktelikler ayıplanmakta, ‘’anne’’ ve ‘’doğurmak’’ gibi kelimeler pornografik addedilmektedir. Seks ve üreme birbirinden tamamen ayrılmakla birlikte kadınların çoğu kısırdır, doğurgan vasıflara sahip olan azınlık ise ‘’Malthus Alıştırmaları’’ adı verilen bir tür doğum kontrol yöntemi uygular. Tüm dinlerin ve tanrıların yerini ise ‘’Ford’’ isimli otomobil üreticisi almaktadır. Bu kusursuz istikrarı sağlamak yönündeki tüm çabalara rağmen beklenmeyen sorunlar da ‘’soma’’ adı verilen, anında mutluluk veren ve yan etkisi olmayan birkaç gramlık tabletler ile giderilmektedir. Tüm çabalar ‘’mutlu’’ ve ‘’aseptik’’ toplumun istikrarının sağlanması amacını taşır. ‘’Anne, tek eşlilik, romantizm. Fıskiye yükseğe fışkırtırsa vahşi ve köpüklü olur tazyiki. Dürtünün tek çıkış yeri var. Aşkım, bebeğim. O zavallı, modernlik öncesi insanların çıldırmış, kötü ve sefil durumda oluşlarına şaşırmamak gerek. Dünyaları; rahat yaşamlarına, akıllı, erdemli ve mutlu olmalarına izin vermiyordu. Anneler ve aşıklar, uymak üzere şartlandırılmadıkları yasaklamalar, baştan çıkaran ihtiraslar ve yalnız pişmanlıklar, salgın hastalıklar ve sonsuz yalnızlaştıran acılar, belirsizlikler ve yoksulluk; işte bütün bunlar onları güçlü hislere zorluyordu. Böyle güçlü hislerle (güçlü ama tek başına; umutsuz, bireysel bir yalnızlık içinde), nasıl istikrarlı olabilirlerdi?’’ (s:65) Eski kitaplar yasaklanmış, tarih bir saçmalıktan ibaret olduğu düşüncesiyle yok edilmiştir. Bilim ve sanatın alanı sadece toplumsal istikrarı devam ettirebilecek düzeyde sınırlanmıştır. Tasvir edilen dünya tutku, anlam ve derinlikten tamamen yoksun, yüzeysel bir dünyadır.’’ ‘ Birey hissederse, topluluk sendeler,’ dedi Lenina.’’ (s:109) Fakat ‘’Vahşi Ayrı Bölgeleri’’ adı verilen ve uygar toplumdan elektrikli tellerle tamamen izole edilen alanlarda yaşayan insanlar hala tek eşli yaşamakta, dinsel inanç ve ritüellerini devam ettirmekte ve çocuklarını doğurmaktadır. Bu bölgelerden birinde, kuluçkalanmış ve şartlandırılmış bir anneden doğan John adındaki bir ‘’Vahşi’nin’’ uygar toplum ile yolunun kesişmesi ve sonrasında yaşananlar kitabın kaba bir özetini oluşturur. 

Devlet eliyle şekillendirilen bireyler, totaliter yapının yıkılmaz birer kalesi niteliğindedir. Çünkü totaliter yaklaşımlarda tehdit edici en önemli unsur, karşıt görüşlerdir. Margaret Atwood kitabın sunuşunda şu örneği verir: ‘’Bir gerçek yaşam ütopyası olan Brooke Çiftliği’nin gözü açılmış bir mezunu olan Nathaniel Hawthorne, New England’ı kuran Protestanların (asıl niyetleri Yeni Kudüs’ü kurmaktı) işe bir hapishane ve darağacı inşa ederek başladığına dikkat çeker.’’ (s:11) Cesur Yeni Dünya’da ise insanlar, başlangıçtan itibaren kendileri için seçilmiş yazgıya uygun olarak şartlandırılmakta, karşıt görüşler ise kendi hapishaneleri olan Kuluçka Merkezleri ve içerisinde geliştikleri tüplerde istikrar adına bir sorun olmaktan çıkarılmaktadır. 

Bir kitabı distopik bir kült yapan, geleceğe dair kehanetlerinin ne kadarının gerçekleştiğidir. Doğum kontrol haplarının henüz üretilmediği ve tüp bebek teknolojisine aşina olunmayan 1932 yılı için oldukça ileri görüşlü olan eserin önsözünde Aldous Huxley şöyle diyor: ‘’...çünkü yakın gelecek, büyük olasılıkla yakın geçmişe benzeyecektir ve de yakın geçmişte, hızlı toplumsal değişimler seri üretim ekonomilerinde ve çoğu varlıksız olan toplumlarda meydana geldikleri için, daima ekonomik ve sosyal karışıklıklara yol açmıştır. Buhranla mücadele için ise iktidar merkezileştirilmiş ve devlet kontrolü artırılmıştır. Tüm dünya devletlerinin atom enerjisinin kullanımından önce üç aşağı beş yukarı bütünüyle totaliterleşmeleri olasıdır.’’ (s:25) Ve ekler: ‘’Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.’’ (s:25)

David Bradshaw, kitabın kurgulandığı dönemin şartlarını bilmenin Cesur Yeni Dünya’da hissedilen, ütopya ile distopya arasında gidip gelen kararsızlığı anlamakta yardımcı olacağını belirtmiştir. ‘’Kardeşi Julian’a Ağustos 1918’de yazdığı mektupta Aldous Huxley I. Dünya Savaşı’nın en kötü sonuçlarından birinin ‘Amerika’nın dünya egemenliğinin kaçınılmaz hızlanışı’ olacağını tahmin etmişti.’’
‘’’California’yı görmeni isterdim,’ diye yazmıştı o zaman Amerika’yı yeni ziyaret eden birine. ‘Maddesel olarak, gezegenimiz üzerinde görülenler içinde Ütopya’ya en çok yaklaşan yer.’ Huxley ‘Amerika’nın geleceği dünyanın geleceğidir’ yollu mahzun kehanetini 1920’lerde birkaç yerde daha dile getirmiştir.’’ (s:259) Kitapta bahsi geçen ‘’Dünya Devleti’’nin, Huxley’i dehşete düşüren Amerikan yaşam biçiminin kitleler halinde yayılışına eleştirel bir atıf olduğu açıktır. Günümüz için ise bu kehanet gerçekliğini gün geçtikçe güçlenerek ispatlamıyor mu? Bir ironi olarak da İngiliz yazar, dünyaya gözlerini 1963 yılında Amerika’da yummuştur.

’Hijyen ve ekonominin izin verdiği ölçüde sonuna kadar nefsi tatmin. Aksi taktirde çarklar durur.’’ (s:234) diyor Mustafa Mond, kitabın sonlarına doğru Vahşi ile yaptığı konuşmada. ‘’Mutlulukta şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne altüst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.’’ (s:220-221) 

‘’Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.’’ dedi Vahşi. ‘’Aslında’’ dedi Mustafa Mond, ‘’Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.’’ 


Son olarak, Margaret Atwood’un da sorduğu şu soruyu, kitabı okuyup okuyacak herkes kendisine sormuştur ve soracaktır diye tahmin ediyorum:‘’…ve ruhsuz tüketicilerle, zevk peşinde koşan boş insanlarla, iç dünyalarını dolaşmaya çıkanlarla ve programlanmış miskinlerle dolu o topluma gerçek hayatta ne kadar yaklaştık?’’ (s:16)     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar